Html KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml Kodlar Html KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml KodlarHtml Kodlar
   
 
  AşŞKk HiKaYeLeRi!!!
Yine mi dönüyorum hüzünlü saatlere?
Oysa geceye beş kala çağırışlarını duymuştum.
Belki sensindir diye bir umut kapladı içimi.
Nafile, sana uzanan bütün yollar kapalı...
öğrendim, evet geç de olsa öğrendim bunu.
Çok geç olsa da...
Uzaklardan bir ses olmak istedi bir dostum,
uzaklardan bir el... Üşüme diye.
Olamadı, olamazdı, yokluğun her şeyden daha soğuktu.



Yokluğun soğuk, yokluğun buz gibi
... 





Kocam bir mühendisti. Onunla sâkin tabiatını sevdiğim için evlenmiştim. Bu sâkin adamın göğsüne başımı koymak içimi nasıl da ısıtırdı…
 
Gel gör ki iki yıl nişanlılık ve beş yıl evlilikten sonra bu sâkinlik beni yormaya başlamıştı. Eşimin -bir zamanlar çok sevdiğim- bu özelliği artık beni huzursuz ediyordu.
 
İş ilişkiye gelince oldukça içli, hattâ aşırı hassas bir kadınım. Romantik anlara, küçük bir çocuğun şekere düşkünlüğü gibi can atıyorum. Oysa kocamın sakinliği, başka bir deyişle vurdum duymazlığı, evliliğimize romantizm katmaması beni aşktan almış, uzaklaştırmıştı.
 
Sonunda kararımı ona da açıkladım: boşanmak istiyordum.
Şaşkınlıktan gözleri açılarak 'niye?' diye sordu.
'Gerçekten belli bir sebebi yok' dedim, 'sadece yoruldum.'
Bütün gece ağzını bıçak açmadı. Düşünüyordu. Bu hâli ise hayal kırıklığımı daha da artırmaktan başka bir işe yaramıyordu: işte, sıkıntısını dışarı vurmaktan bile aciz bir adamla evliydim. Ondan ne bekleyebilirdim ki!
Sonunda sordu: 'seni caydırmak için ne yapabilirim? '
Demek ki söyledikleri doğruydu: insanların mizacı asla değiştirilemiyordu. Son inanç kırıntılarım da kaybolmuştu.
'İşte mesele tam da bu' dedim. 'Sorunun cevabını kendin bulup kalbimi ikna edebilirsen kararımdan vazgeçebilirim. '
'Diyelim dağın tepesinde bir uçurum kenarında bir çiçek var. O çiçeği benim için koparmak, düşüp vücudunun bütün kemiklerinin kırılmasına, hattâ ölümüne mâl'olacak. Bunu benim için yapar mısın?'
Yüzümü dikkatle inceledi ve 'Sana bunun cevabını yarın vereceğim' dedi.
Bu cevapla son ümidim de yok olmuştu.
 
*Ertesi sabah uyandığımda evde yoktu. Boş bir süt şişesini mutfak masasının üzerine koymuş, altına da bir not bırakmıştı.
'Sevgilim' diye başlıyordu,
'O çiçeği senin için koparmazdım' Kalbim yine kırılmıştı. Okumaya devam ettim.
 
'Çünkü her zaman yaptığın gibi bilgisayarın altını üstüne getirip çökerttikten sonra monitörün önünde ağladığında, onu tekrar düzeltebilmem için ellerime ihtiyacım var.'
 
'Anahtarları her zaman evde unuttuğunu bildiğimden, senden önce eve varabilmem üzere koşmam gerektiğinden bacaklarıma ihtiyacım var.'
 
'Arabayı kullanmayı çok sevdiğin halde şehirde hep yolu kaybettiğinden, yolu gösterebilmem için gözlerime ihtiyacım var.'
 
'<Sâdık arkadaşın>ın her ayki ziyaretinde sebep olduğu, karnındaki krampları rahatlatabilmem için avuçlarıma ihtiyacım var.'
 
'Evde oturmayı sevdiğinden, içe kapanıklığını dağıtmak, can sıkıntını hafifletmek üzere sana şakalar yapabilmem, hikâyeler anlatabilmem için ağzıma ihtiyacım var.'
 
'Sabahtan akşama kadar bilgisayara bakmaktan gözlerinin bozulması kaçınılmaz olduğundan, yaşlandığımızda tırnaklarını kesebilmem, saçlarında -görülmesini istemediğin- beyaz telleri ayıklayabilmem, merdivenlerden aşağı inerken elini tutabilmem, çiçeklerin renginin - gençliğinde senin yüzünün rengi gibi olduğunu söyleyebilmem için gözlerime ihtiyacım var.'
 
'Ama seni benden daha fazla seven biri varsa, evet o uçuruma gidip, o çiçeği senin için koparırım bir tanem.'
Baktım, mektuptaki yazının mürekkepleri yer yer dağılıyordu.
Göz yaşlarım mektuba düşüyordu.
'Mektubu okuduysan ve kalbin ikna olduysa lüften kapıyı aç canım. Çok sevdiğin susamlı ekmek ve taze sütle kapıda bekliyorum.'
Koşarak kapıyı açtım. Endişeli bir yüzle ve ellerinde sıkıca tuttuğu susamlı ekmek ve sütle kapının önündeydi.
Artık çok iyi biliyordum: beni ondan daha çok kimse sevemezdi. O çiçeği uçurumun kenarında bırakmaya karar verdim.
 
Bu gerçek aşktı.







SU VE ÇİÇEĞİN AŞKI
 
Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.İlk önceleri arkadaşlık olarak devam eder bu durum.
 
Tabiki zaman lazımdır birbirlerini tanımaları için.
Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlarki suya aşık olmuştur.
 
İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar. Sırf senin aşkın için ey su der!
 
Öyle zaman gelir ki; artık suda içinde çiçeğe karşı birşeyler hissetmeye başlar, zannederki çiçeğe aşık oldum.
Ama suda ilk defa aşık oluyordur.
 
Günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek acaba su beni sevmiyor mu diye düşünmeye başlar, çünkü su pek ilgilenmiyordur çiçekle.
 
Halbuki çiçek alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz;
 
Çiçek suya "seni seviyorum" der,
Su da "bende seni seviyorum" der.
 
Aradan zaman geçer ve çiçek yine suya "seni seviyorum" der,
su sabırla "bende" der.

çiçek sabırlıdır.
bekler...bekler...bekler..
 
Artık öyle bir duruma gelirki; çiçek koku saçamaz artık etrafa,
ve son kez suya "seni seviyorum" der,
suda söyledim ya; "bende seni seviyorum" der.
 
Ve gün gelir, çiçek yataklara düşer, hastalanmıştır çiçek artık.
Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin.
Yataklardadır artık çiçek.

Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için dostuna.
Bellidirki çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek
suya derki;
"Ben seni gerçekten seviyorum"

Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır.
Nedir sorun diye, doktor gelir ve muayene eder çiçeği.

Muayeneden sonra şöyle der doktor:
"Hastanın durumu ümitsiz artık, elimizden bir şey gelmez."
 
Su merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye,
ve sorar doktora hastalığı nedir diye.
 
Doktor yukarıdan aşağıya bir bakar suya ve derki;
 
"Çiçeğin bir hastalığı yok dostum, bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için!"

VE ANLAR Kİ SU ARTIK,
 
SEVGİLİYE SADECE "SENİ SEVİYORUM "
YETMEMEKTEDİR...



Çok mu Yaşlandık?
"Yaşı yeterince olgun olanlar hatırlarlar
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,
çok güzel bir ülkede mahalleler varmış.
Bu mahallelerin çocukları
birbirlerini çok severlermiş.
Dışarıdan gelen parolalı bir ıslığa uçarak aşağı iner,
beraber olacakları anları iple çekerlermiş. Kavga etseler de kin tutmaz,
her gün yeniden dünyalar kurarlarmış.
Herkeste paylaşma duygusu, sevgi ve arkadaşlarını kollama duygusu yavaş yavaş gelişirmiş.
O zamanlar çocuklar okula servis ile değil, köşebaşında buluşarak giderlermiş.
Onların yolunu gözlememiş evdeki bilgisayar,
şehrin en iyi dershanesi, hazırlık kursları.
Bilmezlermiş; hamburgeri, MTV'yi, Interneti, cep telefonunu, tetrisi, nintendoyu.. .
Bilirlermiş duvarların üzerinde sohbet etmeyi, hatıra defterleri doldurup
sevgileri keşfetmeyi.
Bilirlermiş horoz şekercisini, elleri kirli macuncunun tornavida ile koyduğu rengarenk macunları.
Eve gitmeyi unutmayı, hava kararınca dayak yemeyi,
sonra bir ıslıkla tekrar aşağıya kukalı saklambaca kaçmayı.
Bilirlermiş o hakkında türlü şeyler söylenen
evdeki garip adamdan korkmayı, küsmeyi, aynı kıza asılmayı, torbalarla misket toplamayı,
gıcır köstek ayırmayı, değiş tokuş kaybedince kapışı,
Teksas'i, Tommiks'i, Konyakçı'nın dişlerini...
İç içe konan naylon topları, taştan kale direklerini.Üç korner bir penaltıyı.
Üzerine apartman yapılan top sahalarını, sonra o apartmana taşınan yeni dostları ve
onları kapma yarışını...
Otobüsteki biletçinin lastik silgi sarılı kalemini, yoğurtçuyu, kalaycıyı, hallacı...
Evlerin arkasındaki odun kömür depolarını.
Yakar topun yakışını.Mantarlı gazoz kapaklarını, yaldız kazımayı. Yandaki mahalle ile alınan kavgayı, her kavganın çıkardığı kahramanı-ödleği.
Kan kardeşliğini, ip atlama, lastiğe basma,
topaç virtiözlüğünü, çelik çomağı, kırılan camları, toplanan paraları...
Açık hava sinemalarını, frigo buzu...
Sonra zamanla bu güzel ülkede durumlar
değişmeye başlamış.
Yaşlar ilerledikçe bu birliktelik, koruma kollama duyguları bu mahallenin
çocuklarının başlarına çok isler açmış.
Daha sonra issizlik, hayat pahalılığı,
enflasyon, köseyi dönme, adamını bulma,malı götürme falan derken, herkes yüzünde soluk bir bakış, içinde hayatın yenilgisi, çaresizlikleri,
tatminsizlikleri ile başbaşa kalmış.
Çocukları mı? Çocukları şimdi koca koca apartmanların arasında,
nefes alınmaz bir havada, evlerinde, sanal bir dünyada,
emniyet içinde ve yalnız yaşıyorlar.
Anneleri babaları onları çok seviyor.
Beta kapmasınlar diye kalabalık ortamlara hiç sokmuyor.
Hafta sonları hep beraber Karum ya da Galleria'dalar.
Okul servisleri çocukları neredeyse yataklarından alıyor.
Çocuklar trafik kaygısıyla, köşedeki markete dahi gönderilmiyor.
Babalar şirketlerin bilançolarını, çocuklar da dersane reytinglerini izliyorlar.
Hepsi birer test uzmanı, sayısal-sözel yuvarlanıp gidiyorlar.
Seksek oynamayı değil ama taban puanları çok iyi biliyorlar.
Hayata açılan pencereleri Windows 95, 98... Onlar ekrana, ekran onlara bakıyor ve koca bir hayat dışarıda akıp gidiyor...
Ve şehrin dışında ağaçlar; tırmanacak,
salıncak kuracak, kalp kazıyacak mahalle çocuklarını bekliyor.
Paylaşmayan, yalnız, bencil, kafesler içinde, gürbüz, güvendeki çocukları...
Hiç sopa yememiş, ağaçtan düşmemiş, topu yandaki bahçeye kaçmamış, dizlerinde yara kabukları olmamış çocukları..."
      
Can Yücel


İÇİNDEKİ O KATİLLE YAŞAMAK ZORUNDAYDI


Hiç bir sevgi yetmiyordu ona. Hep bir başkasına daha ihtiyacı oluyordu. Sonra yine bir başkasına daha.....
Önceleri bunu biyolojik ve psiklojik gerçeklerle açıklamaya çalışıyordu. İnsanlar çok eşlidir, ya da karşılaştığım insanlar benim sevgimden korkuyorlar, birlikte yola çıkıyoruz, yorulup geride kalıyorlar ya da buna benzer şeyler söylüyordu....
Birinden öbürüne, sonra biri daha. İşte tam buldum, derken, kendi deyimiyle, elinde soluk, hüzünlü cam kırıkları kalıyordu...
Yıllar böyle geçiyordu. Bir gün itiraf etti bana: sevgisini öldürmek için kullanıyordu aslında. Önce karşısındakinin bütün perdelerini, kapaklarını, zırhlarını açıyor, onunla çırılçıplak kalıyor, onu en çıplak ve en zayıf yerinden zehirli dudaklarıyla son kez öpüyor ve öylece bırakıyordu. Ve bir daha hiç aramıyordu....

Birlikte olduğu insanları öylesine çaresiz anlarında terkediyorduki, bir çoğu adeta sevme yeteneğini yitiriyordu. Önce bir süre ozehirli ateşle yalnız başlarına yanıyorlar, ateşleri dindikden sonra kararıyor, kalplerine gölge iniyor ve kendi içlerine nefretle dönüyorlardı.
Onda, birçok sınırda yaşayan insanlarda olduğu gibi iç dünyası olan, biraz yaralı ve aşkı, yaşamak için vazgeçilmez sayan insanları derin bir etkileme gücü vardı. Bu insanların adeta kokusunu alır ve onları inaılmaz kolaylıkla kendine bağlardı. Kırık dökük, yakarırcasına bir şeyler söyler ve bu insanların içinde hemen o tuhaf, anlaşılmaz, ama inatçı ve o eski sızıyı uyandırırdı. İlginçti; etkilediği insanlarda çok derin bir ağlama hissi uyandırabiliyordu. Ardından sevinçli bir ıstırap yaratıyor, sonra da ölme isteği kabarıyordu insanın içinde...
iicndeki katilÇok açıktı: O, bu yarattığı, ateşlediği sevgilerle besleniyordu. Birçok insanın doğumuyla birlikte ruhunun içine konan o ilk sevgiden yoksundu o. Birileri onu bu ilk ve gerçek sevgiden yoksun bırakmıştı. O içindeki bu boşluğu başkalarının sevgilerini kazanarak, onlarda içindeki bu boşluk için tutkulu bir yoğunluk yaratarak yaşıyabiliyordu.
Ancak ona doğumuyla birlikte verilmemiş olan sevginin yeri ona dışarıdan gelen bir aşkla, bir sevgiyle dolacak gibi değildi. Bir buz kovasına atılmış küçük bir kor parçası olabilirdi ancak bu....
Karşısındaki insanda uyandırdığı aşk, coşku, başlanma duygularının ilk günlerine ihtiyacı vardı onun.
 
 
İçindeki boşluk ondan yeni bir aşk istemeye başladığı anda, kendisini aşık olunmadan önceki o değersiz, sıradan, varlığı anlam taşımayan biri gibi görmeye başlıyordu hemen.
Hiç şüphesiz yarattığı bu kısa soluklu aşkı kendi varlığından daha çok önemsiyordu.
İçindeki boşluktan, ‘bu o değil, bir başkasını bul’, emri geldiği zaman düştüğü boşluğun acısını kurbanından çıkarıyordu hep. Sevgileri böyle anlarda onu çok sevdiklerini söylediklerinde onlara acı bir tebessümle gülümsüyor, ‘sen de diğerleri gibisin, beni hiç sevmedin ama sevdim diyorsun.’ Diyor ve çekip gidiyordu.
Bir gün, ‘uzun soluklu ve hiç bitmeyecek gibi olan bir aşk yaşamayı ben istemez miyim sanıyorsun?’ demişti bana. Ama içindeki o katille, o kafatası avcısıyla yaşamak zorundaydı işte. Kimi geceler önce kendisine aşık ettiği sonra da yapayalnız bıraktığı kurbanlarının çığlıklarıyla uyanıyordu.
‘ÇAĞDAŞTI’, ‘UYGARDI’, dışarıdan ‘BAŞARILI’ ve ‘SAĞLIKLI’ gibi görünüyordu. Ama doğumuyla beraber ruhuna yerleştirilmesi gereken o en önemli şeyden yoksun bırakılmıştı.
Mahvolmuştu ve mahvetmeye mahkumdu.....
Cezmi Ersöz (saçlarının kardeş kokusu)





Büyüklere Masallar - Bakmak - Görmek    


Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezinirken
yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına
oturan çocuğa :
- Buraların yabancısıyım...
Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu
söylediler... ?
Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra :
- Ben de buraya ilk defa geliyorum demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor
herhalde.
Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş.
Çocuk:
- Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş.
Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.
- İyi ama, demiş adam, bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği
nereden
biliyorsun?
- Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk.
Üstelik, manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız,
fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.
Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, teşekkür etmek
için döndüğünde fark  etmiş çocuğun kör olduğunu.
Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın
kendisini fark ettiğini...
Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:
- Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş, görmeyi o kadar çok özledim ki.
Sizinkiler sağlam öyle deðil mi?
Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:
- Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, senin benden iyi
gördüğündür.

- Gösterdim...    gördü anlamına gelmez
- Söyledim...     duydu anlamına gelmez
- Duydu...         doğru anladı anlamına gelmez
- Anladı...          hak verdi anlamına gelmez
- Hak verdi...     inandı anlamına gelmez
- İnandı...          uyguladı anlamına gelmez
- Uyguladı...      sürdürecek anlamına gelmez...
 
Gökten elmalar düştü.
Akıl gözü ile gönül gözünü birleştirip, farkında olanların başına...!




 
KÜÇÜK BİR ÇOCUK        

 
- Dua etmeyi denediniz mi? diye atıldı çocuk. Ümidinizi sakın  kaybetmeyin!.

dua etmekBalıkçı için her şey tesadüftü. Bunun için de "rasgele" derlerdi.
Ama  şimdi bir şey hatırlamıştı. Yıllar yılı unuttuğu bir şeyi.
Çocuğun  yanaklarını okşarken:
- Dua ha!. diye mırıldandı. O zaman tutar mıyım?
- Tutamasanız bile, duaların sevabı size yeter, dedi çocuk. Bunu yeni  öğrendim.
Balıkçı, böyle bir sözü ilk defa duyuyordu. Başını ağır ağır  sallayarak:
- Ben de yeni öğrendim!. diye gülümsedi. Üstelik de küçük bir öğretmenden.
Çocuk, bu sözlerden çok hoşlanmıştı.Artık topun gitmesine üzülmüyordu.  
Yanındaki yaşlı adam ona bir göz kırparken, balıkçı tekrar  sandala yöneldi ve ağların üzerindeki eski örtüyü açtı.
Bir top vardı orada.Henüz ıslak olduğundan, ışıl ışıl parıldayan bir futbol topu.
Balıkçı, onu çocuğa uzatıp:
- Öğretmenlerin hakkı hiç ödenmez!. dedi. Bunu biraz önce denizde  buldum!.
Küçük çocuk, rüyada olmalıydı. Hiç beklenmedik şeylerin yaşandığı bir rüya.
Aceleyle sağa sola bakındı.
Ama her şey gerçekti. Balıkçı da, sandal da, ihtiyar da...
Topu ise, işte ellerindeydi. Ona sıkıca  sarılıp:
- Bir daha benden izinsiz gezmek yok!. dedi.
Ya dua etmeseydim ne  olurdun o zaman?

SİZLERDE DUA ETMEYİ DENEDİNİZMİ SIKINTILI ANLARINIZDA?...

BELKİ  DUALARINIZ HEMEN GERÇEKLEŞMEYEBİLİR AMA O DUALARIN SEVABI YETER SİZLERE...
YENİ ÖĞRENDİM BENDE....
DUA EN KIYMETLİ BİR HAZİNE BİZİM İÇİN..
BİTER DİYE  KORKMAYIN  İSTEDİĞİNİZ KADAR KULLANIN...
ÖYLE BİR HAZİNE Kİ SINIRSIZ VE KARŞILIKSIZ VERİLMİŞ HEMDE...

Küçük bir çocuk,
Deniz kenarına oturmuş, gözlerinide ilerdeki bir noktaya dikmişti.Belki de bir saattir öylece duruyordu.Onun bu hâli, alışveriş için balıkçı sandallarının kıyıya dönmesini bekleyen bir ihtiyarın dikkatini çekti. Yaşlı adam, seke seke onun yanına gidip:
- Merhaba delikanlı!. dedi. Bu gün deniz çok harika değil mi?

Küçük çocuk, başını çevirmeden;
- Ama rüzgârlı, dedi. Topum denize düşünce sürükleyip götürdü.
Adam, çocuğun yanına oturup:
- Eğer biraz genç olsaydım, yüzüp onu alırdım!. dedi. Ama şimdi adım  bile atamıyorum.
Küçük çocuk, ona cevap vermedi. Ve kıyıdan uzaklaşan topunu daha iyi  görebilmek için, hemen yanındaki tümseğe çıktı. Yaşlı adam, sakin bir ses  tonuyla:
- Ümidini hiçbir zaman kaybetme!. dedi. Bence dua etsen çok iyi olur.  Çocuk, büyük bir sevinçle:
- Dua etsem topum geri gelir mi? diye sordu. Denize düştüğü yeri bilir mi?
- Allah isterse eğer, ona öğretir!. dedi ihtiyar. Topun  geri gelmese  de,  duaların sevabı sana yeter.
Küçük çocuk, yaşlı adamın sözlerini biraz düşündükten sonra, her okuduğunda dedesinden bahşiş kopardığı duaları ard arda  sıraladı. Daha  sonra  da, topun dönmesi için Allah'tan yardım istedi. Ama üzüntüsü azalmamıştı.
O  topa bir sürü para harcamış, bayram parasını bile ona katmıştı.
Şimdi  artık  tek şansı, bazen olduğu gibi, rüzgârın âniden yön değiştirmesiydi. Ama  deniz çok büyüktü, topu ise küçücük. Akşam üstü hava biraz daha sertleşti. Ve  güneş batmak üzereyken sandallar döndü.
Çocuk, eve gitmek istemiyordu. Bu  yüzden de ihtiyarla birlikte oyalandı.
Yaþlı adam, hep aynı balıkçıdan alışveriş yapardı. Sonunda onu bulup:
- Avınız inşallah iyi geçmiştir!. dedi Eğer varsa, birkaç  kilo alabilirim.
Sandaldaki adam, bir kova içindeki balıkları gösterip:
- Zaten ancak o kadarcık tutmuştum, dedi. Denizde "av" diye bir şey kalmadı.




Bilgelik  - 

Bir bilge, bir göletin kıyısında oturmaktayken, susuzluktan dili dışarı     
sarkmış bir köpeğin devamlı olarak göletin dibine kadar gelip tam su
içecekken kaçması dikkatini çeker.

Dikkatle izler olayı.
Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki kendi yansımasını görüp
korkmaktadır ve bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır.
Sonunda köpek dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer.
O anda bilge düşünür.

"Benim burada öğrendiğim şu oldu," der.
"Bir insanın istekleri ile arasındaki engel çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır.
İnsan bunu aşarsa, istediklerini elde edebilir.?

 

 

Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür.

Asıl öğrendiği şey; insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilginin varolduğudur

AŞKTA YARIN YOKTUR SEVGİLİ

Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular yoktur. Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili. İnsan bir başka ışığa teslim olur......

Aşkta yarın yoktur sevgili.
 
askda yarin yoktur sevgiliZaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar. İnsan korkusuz olur, daha derinden anlamaya başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ta ortasında.

Hindistan da Ganj Nehri nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de......New york ta, bir sokakta, kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...

Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan.....

Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...

Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çoçukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da.....oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya....

İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır.
Kimselere veremez sevgisini.
 
askda yarin yoktur sevgilimKimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır....Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara...bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi...

İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler, kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu....

Birazdan sabah olacak...para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak.....bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım...

Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış. Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını, cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek..

Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak...

Aşkta yarın yoktur sevgili.....


Ben, hüzünlerime geri dönüyorum ...

 
 
 
 
Aşkı sorsalar,
aynı dili mi konuşuyoruz diye anlamsızca bakabilirim gözlerine...
 
Ben hüzünlerime geri dönüyorum
Anlatın derim durmayın, bırakın tüm şiirleri, şarkıları, masalları...
Dokunabilir miyim AŞK'a,
dokunabilir miyim ellerimle diye sorarım,
geçer mi üşümesi yüreğimin, geçer mi üşümesi içimin... ??
Aşk dediğiniz şey gelince ansızın,
anlar mı beni aşkla gelen, beni ben olduğum için mi, kendi var ettigi için mi ister...!!
Varolanlara, benden kalanlara hoş geldin mi der,
yoksa bir iki zaman sonra herkes gibi o da mı çekip gider...
 
 
Bakışlarım dondu sanki, yüreğim donunca.
Nasıl da manasız bakıyorum etrafa.
Görmesin istiyorum hiç kimse gözlerimi, görmesin hiç kimse hüzün tanelerimi...
Susuyorum artık derin derin. Nasıl da konuşmak istiyorum oysa.
Saatlerce susmadan konuşmak istiyorum.
Tüm biriktirdiklerimi en başından başlayıp sonuna kadar anlatmak istiyorum.
Anlatmak yetmez biliyorum, anlaşılmak da istiyorum...
Bir el istiyorum başımda... Saçlarıma dokunsun istiyorum,
tüm bedenimden söküp alsın yalnızlığımı tılsımıyla...
Bir el istiyorum dokunsun saçlarıma yumuşacık ...
ve alsın tüm donuklukları usulca.
Bir göz istiyorum gözlerimde...
Anlamsız bakan gözlerimin içini görsün,
hâlâ arkalarda kalmış ışık huzmelerinin içine dalsın, çıkarsın tüm umutlarımı eski sandığın içinden,
açsın da ışığı ile umut olsun yollarıma,
yolum olsun yordamım olsun istiyorum...
Bir omuz istiyorum... Başımı yaslayıp uzun uzun ağlayabileceğim.
Yıllardır biriktirdiğim hüzün tanelerini tek tek dökebileceğim bir omuz istiyorum.
Ona yaslanınca her şeyi unutmak istiyorum, sıcacık olmak...
İçimi huzur kaplasın istiyorum,
hiç konuşmadan saatlerce orada kalmak,
hiç konuşmadan anlaşılabilmek istiyorum...

hüzünlerime geri dönüyorum
 
 
Biliyorum, ne de çok şey istiyorum...
Bunların sadece puslu bir hayal olduğunu da biliyorum. Seni bende var edişimi, aslında sadece bende olduğunu, aslında sadece bir hayal olduğunu çok iyi biliyorum.
Ama yine de seni çok özlüyorum,
yine de çok üşüyorum,
ve yine de seni istiyorum...
Aşklar mı dediniz?

 
 
Sevmeden sevilmek, dokunulmadan dokunmak,
yaralanmadan yaralamak, acı çekmeden acı çektirmek,
zırhlarımızı, akıllarımızı, hesaplarımızı bunları elde etmek için mi kuşanıyoruz?
Onun için mi deneyip duruyoruz insanları?
Her sınamada onlar biraz daha fedakâr, biz biraz daha mı güçlü oluyoruz.

Güçlü olmak isteğinin aslında nasıl bir korkaklık olduğunu fark edememek kaç aşka mal oluyordur insana.

asklarmi dediniz?
 
 
Acaba kendimizi en çok savunduğumuz sırada mı alıyoruz en büyük yaralarımızı,
en büyük budalalıklarımızı en akıllıca davrandığımızda mı yapıyoruz acaba ?
Rahatı ve güvenceyi en çok istediğimizde mi kaybediyoruz en büyük mutluluklarımızı,
en çok korktuğumuzda mı acaba korktuğumuz başımıza geliyor?..
Kendimizi bu kadar savunmasak, bu kadar akıllı olmasak, rahatın peşinde bu kadar koşmasak ve bu kadar çok korkmasak, yaralarımız, pişmanlıklarımız ve acılarımız daha mı az olurdu acaba ?
 
"Tanrıyı ve insanları deneme," diyen Nietzche'ye aldanmayıp herşeyi ve herkesi bu kadar çok deneyden geçirdiğimiz için mi Tanrıyı ve insanları kaybediyoruz? İnsanları bu kadar çok denediğimiz, kendimizi kalkanlarımızın arkasına böylesine iyi gizlediğimiz, hiçbir acıya ve sıkıntıya razı olamadığımız için mi en çok istediklerimiz en uzağımıza düşüyor, mutluluk ele geçmez bir masal kuşuna dünüyor ?
Schiller'in o muhteşem "Eldiven" şiirinde anlattığı hikâyeyi belki daha iyi okumalıydık,
oradaki şövalyenin adım seslerini belki daha çok duymalıydık.
Hep erken öleceğini düşünen, hayatı bu düşünce nedeniyle telaşla geçen ve düşündüğü gibi erken ölen Schiller'in söylediklerine biraz daha dikkat etmeliydik, kendi ölümünü bilen birçok şeyi bilebilir çünki.
Arenada, bütün şövalyelerin aşık olduğu ve evlenmek istediği harikulade güzel prenses kral babasıyla birlikte oturuyor, çevreleri genç ve yakışıklı şövalyelerle dolu, hepsi bir küçük tebessüm için bekliyorlar.
 
Borazanlar çalıyor ve aslanlar çıkıyor arenaya, kocaman yeleleri, gergin belleri, iri pençeleriyle kükreyerek dolaşıyorlar. Prenses zarif ellerini saklayan uzun eldivenlerden birini çıkartıp aslanların arasına atıyor.
- Kim eldivenimi alıp bana getirirse onunla evleneceğim.
Müthiş bir sessizlik oluyor, bir anda herkes susuyor.
Bir şövalye diğerinden ayrılıyor, taş merdivenlerden ağır ağır inmeye başlıyor,
parlak çizmelerinin çıkardığı adım sesleri tek tek duyuluyor.
Arenaya giriyor, aslanlar hareketsiz ve şaşkın, bu cesur şövalyeye bakıyorlar,
o hiçbirine aldırmadan eldiveni alıyor, gene adım sesleriyle taş merdivenleri çınlatarak çıkıyor.
Eldiveni prensesin kucağına bıraktıktan sonra, kendisine hayranlıkla dönen prensese
bir kez bile bakmadan yürüyüp gidiyor.

Nietzsche "Tanrı ve insanları deneme" diyor.
biz herkezi her zaman deniyoruz
Schiller, eldiven şiirini yazıyor. Biz, herkesi her zaman deniyoruz, emin olmak, güvenmek istiyoruz, sevgisini ve bağlılığını her an kanıtlasın, hayatını ve herşeyini tehlikeye atsın ve
bunu binlerce kez yapsın istiyoruz.
Kendimizle ve korkularımızla o kadar doluyuz ki, hiçbir duyguyu, hiçbir insanı, hiçbir nesneyi olduğu gibi bütün gerçekliğiyle göremiyoruz, her şey kendimizle ve korkularımızla oluşturduğumuz prizmalardan kırılarak ulaşıyor bize, her şeyi olduğundan başka bir biçimde ve olduğundan başka bir yerde görüyoruz.
Belki de bu yüzden aradığımız şeyleri aramamız gereken yerlerden başka yerlerde arıyoruz.
Mutlulukla aramıza korkularımızı ve kendimizi sokuyoruz.
Aragon'un dediği gibi eğer "mutlu aşk yoksa," bu aşkın suçu değil.
Aşkı, acısından, kederinden, tedirginliğinden, ayrılığından, üzüntüsünden,
yarasından ayıklamaya çalışanların aşkı, mutlu olmayan aşklar.
"Ben acıya, aldatılmaya, kedere razıyım," diyenlere verilebilecek bir armağan mutlu aşk...
Aşk iki eli dolu bir eski ilahe, birinde mutluluğu birinde acıyı veriyor. Acıyı almadan öbürünü almak mümkün değil. Çok mu korkuyoruz acıdan ve yaradan ve kederden? Korku bizi acılardan koruyor mu peki?
Aşk, o eski ilahe, acıdan korkana inadına acıyı verip öbür elini kapatıyor.
Acısız mutluluk olmuyor. Lermontov, çocukluğumun müthiş yazarı, "Zamanımızın Bir Kahramanı" isimli kitabını yazdığında Rusya'yı birbirine katmıştı...
Hiçbir kadını sevmeyen, ama bütün kadınları kendine aşık etmekten hoşlanan birini anlatıyordu...
Şu hiç unutmadığım Peçorin'i, Lermontov'un ve hepimizin zamanının kahramanı olan
yalnız ve sevgisiz adamı.
Ne kadar şanslıydı Peçorin, bütün kadınlar onu seviyor, ona aşık oluyor, ama o kimseyi sevmiyordu, duyguları çelik gibi zırhlarının içine hapisti, dokunulmazlık ve yaralanmazdı, insafsızdı, kadınları kendine aşık edip kaçıyordu, kendi duygularına yaklaşılmasına bile izin vermiyordu.
Çocukluğumun kahramanı bir korkaktı.
Ve mutsuzdu.
Ve Lermontov, yalnızca tek bir roman yazabilmiş, ikincisinin yarısındayken,
yirmi yedi yaşında bir düelloda öldürülmüş o uzun saçlı şair, sanırım o da mutlu değildi.
Peçorin, edebiyatın unutulmaz kahramanları arasına girdi, korkulardan örülmüş bir kahramana ilgiyle baktı insanlar. Sevmeden sevilmek, dokunulmadan dokunmak, yaralanmadan yaralamak, acı çekmeden acı çektirmek, zırhlarımızı, akıllarımızı, hesaplarımızı bunları elde etmek için mi kuşanıyoruz?

Onun için mi deneyip duruyoruz insanları?

ama korkulardan kurtulmakda ne kadar zor
 
Her sınamada onlar biraz daha fedakâr,
biz biraz daha mı güçlü oluyoruz.
Güçlü olmak isteğinin aslında nasıl bir korkaklık olduðunu fark edememek kaç aşka mal oluyordur insana.
Ama korkulardan kurtulmak da ne kadar zor.
Her seferinde hep acıyan yerimiz aklımıza gelir.
Aşkı her gördüğümüzde, hemen kendi üstümüze kapanmamız,
hep o acıyan yerimizi korumak istememizden.
Kendimizi bu kadar sakınarak nasıl yaşayabiliriz hayatı?
Bu kadar güçlü, bu kadar akıllı, bu kadar zırhlı olarak nasıl değebiliriz hayata?
Bir Peçorin mi olmalıyız? Yoksa kendi aşkında yanan bir Anna Karenina mı?
Peçorin kimseyi sevmedi.
Anna Karenina istediği kadar sevilmedi.
Peçorin, Anna Karenina'ya aşık olsun isterdim,
sevmeyi bilen ve sevmekten korkmayan o kadına tutulsun isterdim...
Peçorin, eminim o zaman "Ya o beni sevmezse" diye soracaktı...
Ben de ona, "Anna Karenine, Anna Karenina'ysa eğer, seni sever," derdim.
Aşık bir Peçorin... Mutlu olurdu herhalde,
ama büyük bir ihtimalle onu edebiyat kahramanları arasından silerdi o zaman.
Hangisini tercih ederdi acaba, unutulmaz bir roman kahramanı olmayı mı,
yoksa korkusuzca seven ve sevilen mutlu bir aşık olmayı mı?
Siz hangisini seçerdiniz?
Hayat seçimlerle dolu ve Pascal'ın dediği gibi
"her seçim bir kaybediştir," bir şeyi seçer, bir başka şeyi kaybedersiniz.
Ya da hiçbir şeyi seçemez ve her şeyi kaybedersiniz.
Bu da bir seçim...
Bir şeyi seçip bir başka şeyi kaybetmek mi,
hiçbir şeyi seçmeyip her şeyi kaybetmek mi? Zırhlarımız, korkularımız, savunmalarımız,
hesaplarımız bizi hep bir şeyi seçmemeye götürüyor,
aklımız "öbürünü kaybetmemeliyiz" diyor...
Ve en akıllı, en güç, en zırhlı, en hesaplı olduğumuz zamanda, her şeyi kaybediyoruz,
en çok istediğimiz bizden en uzağa düþüyor.
Kendi seçimimizi yapamadığımız için de insanları sınayıp duruyoruz.
Eldivenlerimizi aslanların arasına atıp
"Beni seviyorsan onu getir," diyoruz.
Bir eldivene bir aşk gidiyor.
 
Nietzsche, "Tanrıyı ve insanları denemeyin," diyor. Schiller, eldiven şiirini yazıyor.
Peçorin, Anna Karenina'yı sevmiyor. asklarmi dediniz?
Anna Karenina, aşık olmayı hayatıyla ödüyor.
Peçorin mi olmalı Anna Karenina mı?
Her seçim bir kaybediş.
Hele, hem Peçorin'i hem de Anna Karenina'yı seviyorsanız.
Bütün kitapları okuyorsunuz, hayatın karmaşık yollarından dolanıyorsunuz
ve çıka çıka hep aynı mısraya çıkıyorsunuz.
"Ten hüzünlü heyhat...
Ve okudum bütün kitapları." Heyhat ten hüzünlü, bütün kitapları okusanız da. En büyük yaraları kendinizi en çok savunduğunuzda alıyorsunuz, en büyük budalalıkları en akıllıca davrandığınızda yapıyorsunuz, en güçlü olmayı en çok korktuğunuzda istiyorsunuz ve mutluluk hep uzaklarda kalıyor.
 
Savunmasız, güçsüz ve hesapsız olmak belki de mutluluğun kapısını açacak. Ama bunun için Peçorin'in Anna Karenina'ya aşık olacağı bir kitap bulmak gerek. Anna Karenina, Peçorin'e sevmeyi öğretmeli.
Ve, ten bu hüzünden kurtulmalı.

Osman Müftüoğlu

 
 
 
 






 
ip adresim

Türkiye Plakalari


01 ADANA
02 ADIYAMAN
03 AFYON
04 AĞRI
05 AMASYA
06 ANKARA
07 ANTALYA
08 ARTVİN
09 AYDIN
10 BALIKESİR

11 BİLECİK
12 BİNGÖL
13 BİTLİS
14 BOLU
15 BURDUR
16 BURSA
17 ÇANAKKALE
18 ÇANKIRI
19 ÇORUM
20 DENİZLİ

21 DİYARBAKIR
22 EDİRNE
23 ELAZIĞ
24 ERZİNCAN
25 ERZURUM
26 ESKİŞEHİR
27 GAZİANTEP
28 GİRESUN
29 GÜMÜŞHANE
30 HAKKARİ

31 HATAY
32 ISPARTA
33 İÇEL
34 İSTANBUL
35 İZMİR
36 KARS
37 KASTAMONU
38 KAYSERİ
39 KIRKLARELİ
40 KIRŞEHİR

41 KOCAELİ
42 KONYA
43 KÜTAHYA
44 MALATYA
45 MANİSA
46 KAHRAMANMARAŞ
47 MARDİN
48 MUĞLA
49 MUŞ
50 NEVŞEHİR

51 NİĞDE
52 ORDU
53 RİZE
54 SAKARYA
55 SAMSUN
56 SİİRT
57 SİNOP
58 SİVAS
59 TEKİRDAĞ
60 TOKAT

61 TRABZON
62 TUNCELİ
63 ŞANLIURFA
64 UŞAK
65 VAN
66 YOZGAT
67 ZONGULDAK
68 AKSARAY
69 BAYBURT
70 KARAMAN

71 KIRIKKALE
72 BATMAN
73 ŞIRNAK
74 BARTIN
75 ARDAHAN
76 IĞDIR
77 YALOVA
78 KARABÜK
79 KİLİS
80 OSMANİYE
81 DÜZCE





http://www.mecon68.tr.gg

 
Bugün 10 ziyaretçi (10 klik) kişi burdaydı!
http://freebank.tr.gg

Bu sayfada dakika saniye misafirim oldunuz .....

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol